Bugün birçok dişhekimliği fakültesinin ortodonti anabilim dalında görev yapan öğretim üyelerimizin hocası, Türkiye’deki ortodontinin duayenlerinden Prof. Dr. Filiz Perkün hocamızı evinde ziyaret ederek bir röportaj yaptık. Oldukça sıcak bir atmosferde gerçekleşen söyleşide hocamızın ortodontinin son 55-60 yılına ışık tutan açıklamalarını ilgiyle okuyacaksınız.
Hocam öncelikle sizi tanıyalım?
1927 Akşehir doğumluyum. Babam doktor, annem ise ev hanımıydı. Akşehir Ortaokulu’nu bitirdikten sonra Konya Lisesi’ni tamamladım. Dişhekimliği’ne o dönemde de sınavla giriliyordu. Ben de sınavda başarılı oldum ve okumayı arzu ettiğim dişhekimliği bölümüne girdim. Aslında ben de babam gibi doktor olmak istiyordum, fakat çok kırılgan bir yapıya sahip olduğum için babam ona razı olmadı. “Elinde ölen her hastayla sen de ölürsün” dedi. O bakımdan dişhekimliğini seçtim. Dişhekimliğini bitirdikten sonra nedense bilmiyorum o zamanlardan beri, hatta belki şimdi de öyle bilemiyorum öğrenciler tarafından az sevilen ortodontiyi seçtim. Ortodonti doktorası yapmak üzere hocam Orhan Okyay da tavsiyesiyle ama kendi hesabıma 1951 yılında İsviçre’ye gittim. İsviçre’de evvela Profesör Comte, o vefat edince de Profesör Fernex ile çalıştım. Fernex ile çok dostane ilişkilerim oldu. Yabancılar için hiç yapmadıkları halde arka arkaya iki Noel gecesi beni evine davet etti. Türkiye’ye döndükten sonra Ortodonti Kürsüsü’nde çalışmaya başladım. Sırasıyla 1957’de doçent, 1965 yılında da profesör olarak çalışmaya devam ettim. 1979’da da kürsü başkanıyken herkes tarafından bilinen sebeplerden dolayı, (Full Time Kanunu dolayısıyla) fakülteden ayrılmayı ve muayenehanemde çalışmayı tercih ettim. Bundan üç yıl evveline kadar muayenehanemde çalışmaya devam ettim. Üç senedir de artık çalışmayı tamamiyle bıraktım. Ama biraz önce söylediğim gibi çalışmayı bırakmış olmama rağmen mesleğimle ilişkiyi kesmedim. Bütün mecmuaları ve olayları da elimden geldiği kadarıyla takip ediyorum.
Hocam ortodontiyi ya da dişhekimliğini takip ettiğinizi söylüyorsunuz. Yaşamınızdan da örnekler vererek hem dişhekimliği hem de ortodonti açısından son 55-60 yılı değerlendirebilir misiniz?
Tabii ki daha ziyade ortodonti açısından gelişimi söyleyebilirim.Diğer konularda yetkim olduğunu zannetmiyorum. Ortodonti konusunda rahatlıkla söyleyebilirim ki benim başladığım yıllara nazaran ortodonti henüz yürümeye başlayan bir durumdan şimdi hızla koşmaya başlamış bir hale geldi.
Geçmişten örnekler verebilir misiniz?
Mesela, benim ilk çalıştığım yıllarda braket yapmak hem hasta hem de hekim için bir işkenceydi. Her dişe bir halka yapacaksın, halkanın üzerine braketi lehimleyeceksin, ondan sonra arkını ajuste edeceksin. Hâlbuki şimdiböyle bir problem yok. Doğrudan doğruya dişlere braketleri yapıştırarak istediğiniz pozisyonları elde etmeniz rahatlıkla mümkün olabiliyor. Arkların da şekli ve imkânları çok değişti. Memory arklar ve benzerleri gayet kolaylıkla uygulamamızı sağlıyorlar. Bugünkü ortodonti seviye olarak yeniliklere çok çok rahatlıkla uyum gösterdi ülkemizde. Onu da rahatlıkla söyleyebilirim ki dışarıdakilerle yani çok ileri dediğimiz ülkelerle aynı seviyede ortodontik uygulamalar bizim ülkemizde de rahatlıkla yapılabiliyor.
Hem teknoloji hem de tedavi yöntemleri açısından 50’li yıllarda Türkiye’yi gelişmiş ülkelerle karşılaştırmanız mümkün mü? Yani Türkiye’deki ve oralardaki durum neydi?
İsviçre’ye gittiğim dönemde Türkiye’deki ortodontik tedaviler hakkında büyük bir fikrim yoktu. Ancak Sevgili Orhan Hacam’ın bize anlattığı kadarıyla biliyordum. Ama oraya gittikten sonra ilk defa ortodontiyle karşılaştım. Oradaki durumu görerek buraya geldim. Geldikten sonra ilk defa ortodontide fotoğrafı benim zamanımda başlatmıştık. Profil ve cephe fotoğraflarını ilk olarak ben döndükten sonra başlatmıştık. Orada da ben fotoğraf bölümünü idare ediyordum.
O dönemde ortodonti bölümünde Orhan Hoca’nın dışında herhangi bir akademik kadro var mıydı?
Akademik kadro olarak Olga Hanım vardı, asistan olarak çalışıyordu. Benim zamanımdan önce de Bedii Bey çalışmış, ama ben kendisine yetişemedim. Ben geldikten kısa bir süre sonra da Oğuz Baz Afganistan’dan döndü ve bize katıldı.
Ortodonti bölümünün kurulması hangi döneme denk geliyor?
Ortodonti bölümünün kurulmasına ben yetişemedim, benden çok önce kurulmuştu. Esas ortodonti bölümünün ortodonti olarak kurulmasını 1933 üniversite inkılâbından sonra yapılmış olarak biliyorum ama ondan önce de Orhan Hoca tarafından başlatılmış ortodonti dersleri olduğunu gayet rahatlıkla söyleyebilirim. Hoca eğitimini Kanada’da yapmıştı. Bilgileri titizlikle ve dakik olarak anlattığını söyleyebilirim. Değerli Hocam Orhan Bey, tanıdığım hocalar arasında en dakik, titiz ve medeni olanlarından birisiydi.
“O dönemde en sevilmeyen bölüm olan ortodontiyi seçtim” dediniz. O yıllardaki eğitimden mi kaynaklanıyordu? Eğitimi değerlendirir misiniz?
Hayır eğitimden kaynaklanmıyordu. O dönemlerde ortodonti Türkiye’de sosyal olarak da pek bilinmeyen ve hasta tarafından pek arzu edilmeyen ve talep edilmeyen bir tedavi şekliydi. O bakımdan “ben dişhekimi olacak olsam ortodontiyi niye öğreneyim” diye düşünülüyordu. “Çünkü nasılsa bu işi hiçbir hasta benden istemeyecek”. O bakımdan öyle bir şey vardı. Mesela ben çalışmaya başladıktan epeyce sonra bir doktorun kızına sabit bir ark takmıştım. Levent’te oturduklarını hatırlıyorum. Ertesi gün çocuk okula gittiği zaman öğretmeni “bu gemi ağzına kim taktı” demiş. İnanır mısınız çocuk geldi ve bütün arklarını ağzından çıkardık. Ondan sonra da geceleri veya uygun olan zamanlarda taşıyabileceği bir plakla tedavisine devam ettik. O bakımdan hasta tarafından istenmeyen yahut hasta demeyeyim de cemiyet tarafından kabul edilmeyen bir tedaviyi öğrenci de öğrenmek istemiyordu. Doğrudan doğruya sosyal bir gelişim ya da gelişememenin bir sonucuydu veya yansımasıydı.
Hocam siz fakülteye kaç girişlisiniz?
Ben fakülteye 1954 yılında girdim. İsviçre’den döner dönmez fakülteye başvurdum. Bir süre kadrosuz olarak devam ettim. Ondan sonra 1957’de doçentlik imtihanını tamamladım. Fakat nedense ancak 1960 yılında kadrolu doçent oldum. Üç yıl beklettiler beni.
Birçok öğrenciniz var. Özellikle ortodonti alanında yetiştirdiğiniz epey öğrenciniz var. Biraz bu konudan bahseder misiniz? Onlarla görüşüyor musunuz, iletişiminiz nasıl?
Şöyle söyleyeyim bir kere sınıf arkadaşlarımızdan hiç kopmadık. İstanbul’daki sınıf arkadaşlarımızla hep toplanırız. Ayrıca Akşehir Ortaokulu’ndan arkadaşlarımdan da hiç kopmadım ve İstanbul’da tahminen 13-14 civarında Akşehir Ortaokulu’ndan arkadaşım var. Yaz ayları hariç her ay toplanırız. Onun dışında meslektaşlarla çok fazla ilişkim olamıyor ama hepsini özlüyorum diyebilirim. Hepsiyle de herhangi bir vesileyle de görüştüğüm zaman gayet sıcak ilişkilerimiz, konuşmalarımız, sohbetimiz oluyor.
Hocam yaklaşık kaç doktora öğrenciniz oldu?
Hiç hatırlamıyorum ama herhalde epeyce olması lazım. İlk doktora öğrencim Erdoğan Mirata’dır mesela. Kıbrıslı. Yine Kıbrıslı olan Ufuk var. Ama onlardan sonra epeyce yardım ettiğim, beraber çalıştığımız kişi oldu.
Teorik derslerdeki farkı İsviçre’ye gidince çok net olarak size bildirmişler. Pratik veya klinik olarak ne gibi farklar gördünüz o dönemde?
Biz ortodonti bölümünde mezun olduğum zamana kadar sadece ölçü alırdık. Ortodontik ölçü alır, model yapar ve modelden puan alırdık. Onun dışında da teoriden vize ve sınav olurduk. Bu bakımdan ortodontinin pratik çalışması hakkında pek bilgi yok. Ama döndükten sonra uygulamalar bakımından tabii ufak tefek farklar olmasına rağmen pek büyük bir fark olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki İsviçre’deki teknik imkanlar yahut klinik laboratuvar imkanları biraz farklıydı. Ama çok büyük bir fark olduğunu söylemek mümkün değil zannediyorum.
Sizin İsviçre’de görüp Türkiye’ye getirdiğiniz fotoğraftan bahsetmiştiniz. Bunun dışında orada yapılıp bizim bölümümüzde yapılmayan şeyler var mı?
Plaklardaki bazı uygulamalar hakkında o zamanlar plaklı tedavi daha ağırlıktaydı diyebilirim. Plaklardaki bazı uygulamalarda ufak tefek değişiklikler getirmiştim. Birde arkların uygulamasında bir iki şey ilave ettim diyebilirim.
Ortodontinin dışında genel dişhekimliğiyle uğraştınız mı?
Uğraştım, son senelere kadar yaptım ama son senelerde artık elimine etmiştim. Sadece çok çok eski olan hastalarımın dişlerine bakıyordum çünkü tabiri caizse af buyurum “burnu büyüdü artık bize bakmıyor” demesinler diye.
Biraz da sizin dişhekimliği eğitimi aldığınız dönemden bahseder misiniz? O dönemde nasıl bir eğitim modeli vardı?
O zamanı hatırlayacak olursam biz üçüncü sınıfta ilk kez hastalarla çalışmaya başladık. Ayak pedalıyla turumuzu çeviriyorduk. Ayak pedalları da çok sınırlı sayıdaydı, kapanın elinde kalıyordu ve biz sıra bekliyorduk. Ondan sonra yavaş yavaş asma motorlar çıktı ve asma motorlara döndük. Ama bugünkü duruma bakacak olursak öğrencilerin hepsi ünitlerle çalışıyor ve her türlü imkânları var. O yönden fark değil korkunç bir uçurum vardı arada. Teorik eğitim her zaman söylerim ki bizdeki hocaların hepsi çok kıymetlidir. Hepsi gerçekten kendilerini çok çok iyi yetiştirmiştir. Tabii o zamanın verdiği olanaklar ve o zamanın düzeyine göre söylemek istiyorum. Hepsi çok çok iyi yetişmiş hocalardı. Gerek Sual İsmail Bey, Şefket Hoca, Pertev Bey, Rüştü Hoca, Orhan Hoca tabii her şeyin başında hepsi çok iyi yetişmiş kişilerdi. Bildiklerini de mutlak suretli aynen öğrencilerine nakletme arzusunda ve hevesinde olan kişilerdi. O bakımdan teorik düzey her zaman en iyi durumda olmuştu diyebilirim. Gayet tabii ki teoriler ve bilgiler çok ilerledikçe, imkânlar çok arttıkça bu da öğretim üyeleri tarafından benimsendi. Şimdiki düzeyle o zamanki düzey arasını karşılaştırmak mümkün değil. Ama diyebilirim ki o zaman da zamana göre en iyi, şimdi de zamana göre en iyi düzeyde bilgi birikimi her zaman öğrencilere aktarılmaktadır.
O zamanlar böyle hasta bulma konusunda bir sıkıntı var mıydı?
O zaman bazı konularda vardı. Mesela protezde ve bir de sabit köprü konusunda çok problem vardı. Çünkü o hastaya da bir miktar yük yüklüyordu. Ama diğer konularda hasta geliyordu.
Bugünkü gibi ayrı ayrı klinikler var mıydı?
Vardı, ayrı ayrı klinikler vardı. Yalnız yukarda biliyorsunuz Bakırcılar’daydık biz. Bakırcılar’da kapının hemen girişinde sağda üç koltuklu bir ortodonti kliniği vardı. Onun ilerisinde cerrahi kliniği vardı. Sol tarafta da tedavi kliniği vardı. Yukarda da yine tedavi kliniği vardı. Ama zaman zaman tedavi kliniğinden protez hastaları yahut protez bölümü faydalanıyordu. Ama ortodonti bölümünde öyle bir talep vaki değildi.
O dönemdeki hastalarla şimdiki hastaları bilinç düzeyleri bakımdan karşılaştırabilir misiniz?
Hasta bilinci tabii çok değişti sosyal değişmeyle birlikte. Hastaların talepleri arttı diyebilirim. Ama hasta kooperasyonu bakımından pek fazla bir gelişme olduğunu son dönemlere kadar söyleyemeyeceğim. Toplumun her seviyesinden hasta talebi o zamana nazaran çok çok farklı olarak gelişti. Toplumun her kesimine yayılmış vaziyette. O yıllarda genellikle kültür bakımından yahut ekonomik bakımdan gelişmiş aileler talep ediyordu. Ortodonti görünüşte estetik gibi algılansa da ama aslında fonksiyonel bir olay ve sağlık yönünden de hijyenik bir olaydır.
Disiplinler arası iletişim nasıldı? Fakülte içinde ortodontiye bir yönlendirme oluyor muydu?
Oluyordu. O zaman zaten eğitim direktörü olarak Kantroviç vardı. Kantroviç belki biliyorsunuz muhakkak bütün disiplinlerin koordinatörü pozisyonundaydı. O dönemde rahatlıkla benim öğrencilik dönemimden bahsediyorum, gayet kolaylıkla yönlendirme oluyordu. Kontroviç gittikten sonra da aynı anlayış devam etti. Gayet tabii olarak herhangi bir protezin ortodonti ihtiyacı veya bir tedavinin ortodonti ihtiyacı ortodonti kürsüsüne naklediliyordu.
Mesleğinizi uzun yıllar başarıyla yaptınız. Tabii ki bir yandan da aileniz var. Bu dengeyi kurmayı nasıl başardınız?
55 yıllık mesleki hayatım vardı. Bıraktığım süreyi de ekleyecek olursak 58 yıl oluyor. Eşim de ben de severek çalıştık. Eşim annesinin sağlık nedenleri dolayısıyla 46 yıl çalışarak bıraktı, ben 55 yıl çalışarak bıraktım. Kendimizi kastetmiyorum her ailede bir eş, dışarıda çalışan eşinin iş problemlerini eve getirmesini istemeyebilir. Ama bizim problemlerimiz müşterek olduğu için beraber geliyor ve beraber gidiyordu. O bakımdan o yönden bir güçlük çekmedik. İkimiz de severek çalıştığı için bir komplikasyon olmadı.
55 yıl bu mesleği yapabilmek için sağlıklı olmak da gerekiyor. Sağlığınızı nasıl korudunuz? Ayrıca sosyal yaşamınızdan bahseder misiniz?
Sağlığın herhalde ilk faktörü genetik. O bakımdan genetik olarak çok şükür iyi olaylar bana intikal etmiş ki çok büyük bir problem yaşamadım sağlık bakımından ve öyle aman aman da ‘eşim Reha bana kızacak ama’ fazlaca özen göstermedim. Spor yapmadım. Yüzmeyi ve yürümeyi seviyorum. Onları halen imkan dahilinde yapmaya çalışıyorum ve yapıyorum. Lisedeyken koşardım, 3 bin metre takımındaydım. Ama ondan başka özel bir spor hobim olmadı. Onun dışında da çok büyük bir sağlık problemi geçirmedim. Ülser problemim olmuş olabilir ama belirli bir hastalığım var diyemem.
Eşinizin de bu konuda katkısı vardır?
Muhakkak tabiî ki. Kendisi beni ikaz etmese herhalde bugünkü halimde olmayacaktım.
Mesleki açıdan da birbirinizi çok etkilemişsinizdir. Birlikte aynı muayenehanede çalışmak nasıl bir duygu?
Bir kere hastalarımız hep ayrıydı. Hiç ne Reha’nın hastası beni isterdi ne benim hastam Reha’ya gitmek isterdi. Bazen Reha ya da ben herhangi bir hasta hakkında fikrimizi sormak istediğimiz zaman Reha benim koltuğuma gelir veya ben Reha’nın koltuğuna gidersem hastalarımız biraz çekinir hale gelirlerdi. “Acaba gelmese daha mı iyi olurdu” diye.
Eşinizle sizin isimleriniz konusunda yaşadığınız sorunlar oldu mu Sizi etkileyen bazı anılarınızdan da bahsedebilirmisiniz?
Eşimle isimlerimizin ters oluşları hayatımızın birçok yerinde problem olmuştur. Mesela askerlik dersinde benim ismim kızlar arasında okunuyordu ve erkekler arasında ben yoklamada yoktum. Bir süre sonra ancak onu düzelttirebildik. Vergi dairesinde aile reisi daima Reha kaydolmuştur. Otellerde de öyle. Hastalarda da. Mesela Reha’nın bir arkadaşının torunu bize gelmiş. Reha –Filiz, Reha-Filiz dedikçe kapıdan çıkar çıkmaz anneanneye sormuş. “Bunların adı hastanede mi karışmış” demiş.
Uzun yıllar birlikte yaşamı paylaştığınız eşinizi kısaca anlatır mısınız? neler söylersiniz?
Reha hakkındaki düşüncem rastladığım 1946’dan beri hiç değişmedi. 62 yıl olmuş. Üniversiteye girişte giriş imtihanında Reha’yı gördüm ve ondan beri de çok şükür ayrılmadık. Öğrenciliğimiz beraber oldu. Sadece ben İsviçre’ye gittiğimde ayrıldık. O da Reha’nın ailesinden ayrılamamasından dolayı gelemedi. Onun dışında tatillerimiz, çalışmalarımız beraber oldu. Çok şükür bugüne kadar gayet mutlu olarak geldik.
Reha hanım siz Filiz Bey için neler söylemek istersiniz?
Bir kere çok hareketlidir. Erken kalkar, hayatı çok muntazamdır. Hayatımız çok çok iyi geçti. Sakin bir hayatımız oldu. Beraber çalıştık, beraber gittik, beraber geldik. Beraber büyüdük diyebilirim.
Hocam kitaplarınız var. Bu tarz çalışmalarınızdan da söz eder misiniz?
“Ortodonti Laboratuvar Kitabı” diye ufak bir kitabım var. Sonra da dört ciltlik bir kitap yazdım. Onun dışında bir de “Karşılaştırmalı Anatomi Kitabı” yazdım. Çünkü o zaman dışarıda da yapıldığından karşılaştırmalı anatomi dersi konması yönetim kurulunda düşünülmüştü. O görevi de bana verdiler. Evvela bir sene kadar kendimi yetiştirdim. Ondan sonra da öğrencilere o dersi vermeye çalıştım. Bir ara “Dişhekimliği Lügatı” diye bir kitaba başlamıştım. Yani dişhekimliğinin tümünde kullanılan yabancı (gerek batı gerekse doğuda Arapça ve Farsça) dillerden Türkçe’ye girmiş olan kelimelerin karşılıklarını toparlamaya çalıştım ama onu tamamlamayı başaramadım.
Gençlere neler önerirsiniz?
Mesleki birikimden önerebileceğim pek fazla bir şey olduğunu zannetmiyorum. Çünkü hepiniz benden çok daha bilgili, daha iyi yetişmiş kişilersiniz. Zira benim yetiştiğim dönemdeki imkânlarla şimdikiler arasında çok büyük farklar var. Ama bir büyük olarak şunu söyleyebilirim ki bütün meslektaşlarınızı kardeş bilin. Aşırı hırslı olmamaya çalışın.
Röportaj: Prof. Dr. Nil Cura
Fotoğraflar: Mehmet Yıldızhan